barisvskaya

Just another WordPress.com site

Melekler Şehri’nden Angkor’a…

leave a comment »

Bir yol hikâyesi bu, güzel çocukların ülkesine… Gülümsemenin, her kapıyı açtığı masallar diyarına… Sırtımızdaki yumurta sepetlerinden kurtulma vakti geldi. Hadi gelin… Beraber özür dileyelim, duyarsız ve ikiyüzlü dünyamız adına bu güzel çocuklardan… Af dileyelim, affedelim… Melekler şehrini tavaf edip,  şafakla dans edelim Angkor Wat’ta… Hadi gelin…

Kuş misali uçup, güne erkenden melekler şehri Bangkok’ta uyanıyoruz. İlk göze çarpan, safran rengi giysiler içerisindeki Budist rahiplerin günlük yiyecek toplama seansları oluyor. Halk, büyük bir saygıyla gönüllerinden kopanları rahiplerin ellerindeki kaplara bırakıyor.

Bu arada, Tuk Tuk şoförleri ya da motosikletliler iki de bir yolumuzu kesip, 10 Baht karşılığında şehir turu öneriyorlar. Bu cazip teklife aldanmamak lazım… Çünkü adım başı bir mağazada mola verip, bir şeyler satın almaya zorlanabilirsiniz. En iyisi içgüdülerinize kulak verip, yoldan geçen bir tuk tuk’u çevirmek ve pazarlık etmek. Aynı şekilde kutsal mekânların temizlik ya da tatil yüzünden kapalı olduğunu söyleyenlerden de uzak durmak gerekiyor.

Bangkok tam anlamıyla bir kanallar şehri. Doğu’nun Venedik’i tabiri boşuna söylenmemiş. İçimizden; ‘Choa Phraya nehri olmasa, Bangkok da olmazmış’ diye geçiriyoruz. Bangkok’ta kaldığımız süre boyunca ulaşımımızın büyük bir kısmını bu nehir üzerinden, Choa Phraya Express’le yapıyoruz. Hem ucuz ve keyifli hem de şehrin İstanbul’u sollayan trafiğinden kurtulmanın en kestirme yolu.

Şehirde görülmesi gereken en önemli yerler arasında önceliği Wat’lar (Budist tapınakları) alıyor. Kutsal mekânlar arasındaki ilk durağımız: Wat Phra Kaew ve Kraliyet Sarayı… Tayland’da kutsal mekânlara şort, kolsuz t-şhirt ve kapriyle girmek yasak. Bu kural, hem kadınlar hem de erkekler için geçerli. Ama dert etmeyin, eğer kıyafetiniz mekâna giriş için uygun değilse, kibarca kıyafet odasına yönlendiriliyor ve 200 Baht depozito ödeyerek uygun kıyafeti kiralayabiliyorsunuz.

Wat Phra Kaew, Tayland’ın en kutsal ve turistik Budist tapınağı. Ayrıca tek parça zümrütten müteşekkil Emerald Buda’ya da ev sahipliği yapıyor. Kompleksin kapısından adım atar atmaz, kendimizi bir masal dünyasında buluyoruz adeta. Rengârenk mozaikler, kapıları koruyan ‘yaksha’ adı verilen mistik gardiyanlar, çan şeklindeki Phra Sri Ratana Chedi’si ve epik Hindu destanı Ramayana’yı anlatan duvar resimleri arasında kayboluyoruz. Bu kompleksin hemen yanında, Tay sanatı ve mimarisinin en güzel örneklerinden biri olan Kraliyet Sarayı yer alıyor. Sırada Bangkok’un en eski tapınağı Wat Pho var. Bu tapınak yerleşik rahipleri, okulu ve masaj pavyonuyla klasik bir Tay tapınağı… En’lerin tapınağı olarak da adlandırabiliriz. Ülkenin en uzun Buda heykeli bu tapınakta yer alıyor zira. 46 metrelik uzunluğu ve 15 metrelik yüksekliğiyle devasa boyutlarda… Uzanmış yatar halde Buda’yı tasvir eden bu figür Buda’nın nirvanaya ulaşma, yani ‘her şeyi bilme ve farkında olma’ halet-i ruhiyesini tasvir ediyor. Ayrıca Wat Pho, ülkenin en geniş Buda koleksiyonuna da sahip.

Açlığımıza yenik düşüp kendimizi Chao Phraya nehri kıyısına atıyoruz. Bangkok’ta yemek denince akla, seyyar arabalarda pişen envai çeşit yiyecek geliyor. Muzlar bile şişlere dizilip kızartılıyor bu şehirde. Bizim favori yiyeceğimiz, Pad Thai’yi oldu. Pad Thai’de, pirinç eriştesine eklenen yumurta, balık sosu ve kırmızı acı bibere tercihe binaen karides, tavuk ya da tofu (soya peyniri) eşlik ediyor. Bangkok’a gelip de börtü böcekten tatmadan olmaz deyip; aperatif niyetine, ağzımıza bir iki çekirge, kurbağa, solucan ve karafatma da atıyoruz. Sırada nehrin diğer yakasındaki Wat Arun, nam-ı diğer ‘Seherin Tapınağı’ var. Tapınağın orta kısmında yer alan piramit şeklindeki kulesi Khmer sanatının etkisini hissettiriyor. Deniz kabukları ve porselenle kaplı bu kuleye tırmanmak için oldukça dik merdivenlerle başa çıkmak gerekiyor. Ama emeğimizin karşılığını Bangkok’a kuş bakışı bir selam göndererek alıyoruz.

Yorgunluktan adım atacak mecalimiz kalmamış bir şekilde Khoa San Road’a geri dönüyoruz. Aslında küçük bir sokak burası. Sırtçantalıların en çok rağbet ettikleri mekân. Hal böyle olunca kalacak yer konusunda çok sayıda alternatifi barındırıyor. Alışveriş için de ideal: Kopya DVD’ler, t-shirtler, çantalar, Bangkok’un sokak sanatçılarının birbirinden ilginç çalışmaları beğeninize sunuluyor.

Yeni güne Çin Mahalle’siyle başlıyoruz. Dar sokakları, iğne atsan yere düşmeyen kalabalığı, sokak satıcıları ve rengârenk ambiyansıyla epey albenili bir mahalle burası. Kaybolmak fiilinin hakkını verip, kayboluyorsunuz çabucak. Tayland’ın en büyük marketi olan Pak Khlong ve 5 buçuk ton ağırlığındaki altın Buda Wat Traimit de mahallenin ev sahiplerinden.

Bangkok’un masaj kültürünü deneyimlemenin sırası geldi. Bangkok’da masaj, günlük yaşamın bir parçası. Adım attığınız her yerde bir masaj pavyonuna denk geliyorsunuz. Taylandlılar yemek yer, su içer gibi masaj yaptırıyorlar. Kalite, masajın niteliğine göre değişiyor. Geleneksel Thai masajı, rivayetlerin aksine giyinik olarak ve yağ veya losyonlar kullanılmadan diz, ayak, parmak, dirsek ve önkol kullanılarak yapılıyor. Altında yatan felsefe ise; beden, akıl ve ruhu dengeye ve ahenge getirerek ‘iyileşmeye’ zemin hazırlamak. Eğer kendinizi ilk defa Taylandlı bir masörün ellerine bırakıyorsanız, bu tecrübe hem keyifli hem de acı dolu olabilir. Masaj sırasında; hafif sarsılıyorsunuz, yoganın belirli pozisyonlarına getiriliyorsunuz, bacak ve kollarınız gerdiriliyor ve ritmik hareketlerle kaslarınıza bastırılıyor…  Emin olun ki, işin sonunda kendinizi kuş gibi hafiflemiş hissediyorsunuz.

Bangkok faslını kapatıp, Siem Reap’e doğru uzanma vakti geldi. Lonely Planet’e inat 11 saatlik otobüs yolculuğunu seçiyoruz. Amacımız, kötü bir üne sahip, rivayetlere gebe bu yolculuğu deneyimlemek. Epey maceralı bir yolculuk oldu aslında. Önce otobüs bozuldu, sonra küçük bir minibüse balık istifi gibi yerleştirildik. Sonrası mı?..

Yaklaşık 4 saat süren bir yolculuğun ardından, Aranyaprathet’te, sınıra yakın bir restaurantta mola veriyoruz. Restauranttakiler, vizemiz olup olmadığını soruyorlar. Amaç, neredeyse vize bedeline yakın bir bedeli komisyon olarak almak. Bu oyuna gelmemek lazım. Grupta yer alan iki Portekizli 1400 baht (43 dolar) ödeyerek pasaportlarını ilgili elemanlara teslim ediyorlar. Konu hakkında bilgi sahibi olanlar ya da daha önceden bu tecrübeyi yaşayanlar ise ssöz konusu  vizeyi sınırda almak istediklerini söylüyorlar.

Sınırda, vize bedelinin 20 dolar olduğuna ilişkin tabelaların yer almasına rağmen, sınır polisi 25 dolar talep ediyor… Elbette itiraz etme hakkınız saklı, lakin akşama kadar bekleyip de vize alamama ihtimali de var.

Sınırı Tayland tarafından geçer geçmez, kumarhaneler karşılıyor bizi. Tayland’da kumarhaneler yasak olduğundan, Taylandlı kumarbazlar bu ara/serbest bölgeyi mesken tutmuşlar. Peşi sıra sıralanan kumarhaneler, mini etekli kadınlar, toz bulutuyla beraber ilerleyen çek çeklerine asılan çıplak ayaklı insanlar oldukça ilginç bir atmosfer oluşturuyor. Sanki paralel bir evrene geçiyormuşsunuz gibi geliyor. Klimalı ortamda alınan Tayland’dan çıkış damgasını, terden sırılsıklam olmuş Kamboça’ya giriş damgası izliyor.

Kamboçya devleti e-vize uygulaması sunuyor. www.mfaic.gov.kh adresini tıklayıp, ilgili formu doldurup kredi kartıyla ödemenizi yaptıktan sonra, e-postanıza vizeniz düşüyor. Bu arada e-vizenin gazabından mıdır, yoksa dillere destan lacivert pasaportumuzun karizmasından mıdır bilinmez, sınırın Kamboçya tarafında epey beklettiler. Pasaportumuzu evirip çevirip durdular, soğuk damgasına baktılar… Perdeyle ayrılmış paravanın arkasında sır olup, acabalarla bizi baş başa bıraktılar. Neyse ki korkulan başımıza gelmedi, 15 dakikalık bir araştırma faslından sonra ülkede 1 ay kalabileceğimizi belirten giriş damgasını pasaportumuza kondurdular.

Poi Pet otobüs terminalindeki kısa mola sonrası, otobüsümüze atlayıp, tekrar yola koyuluyoruz.  Sağlı sollu pirinç tarlaları eşlik ediyor bu yolculuğa. Yağmur bastırıyor, bardaktan boşanırcasına… Muson yağmuru, böyle bir şey olsa gerek diye içimizden geçiriyoruz. 14-15 kişiyiz klimalı otobüsümüzde. Sohbeti koyulaştırıyoruz.

Muhabbet ağırlıklı olarak Pol Pot, Kızıl Khmerler, Ölüm Tarlaları ve Kamboçya tarihi üzerine yoğunlaşıyor. Kamboçya tarihi, ‘iyi, kötü ve çirkin’ zamanları bir arada barındırıyor. Khmer İmparatorluğu zamanında altın çağını yaşayan Kamboçya, zaman içinde çevre ülkelerin saldırılarıyla zayıflayarak, Fransız Çinhindi’nin bir parçası oluyor. İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Japon İmparatorluğu işgalini,  1953 yılında kazanılan bağımsızlık izliyor. Sonrasında Vietnam Savaşı ve ‘akıllara zarar’ Kızıl Khmerler rejimi…

Pol Pot idaresindeki Kızıl Khmerler rejimi sırasında, 1 milyon 7 yüz bin Kamboçyalı ya idam edildi ya da açlık ve ağır çalışma koşulları yüzünden yaşamını yitirdi. Pol Pot’un, “Sıfır Yılı” adını verdiği Marksist ve Maoist etkileşimlerle dolu ideali, ülkeyi ne pahasına olursa olsun tarıma dayalı bir ekonomiye çevirmekti. Kentler bir günde boşaltıldı. İnsanlar kıt kanaat, saatlerce tarlalarda çalışmaya zorlandı. Ülke, kısa sürede sınıfsal ayrımın, paranın, kitapların, okulların ve hastanelerin olmadığı zorunlu bir çalışma kampına dönüştü.  Eski rejimle bağlantısı olanlar, eğitimli aydınlar, rahipler idam edildi. Bugün “ölüm tarlaları” olarak adlandırılan toplu mezarlar, yaşanan vahşetin boyutlarını açıkça gözler önüne seriyor. Ülke hâlâ yakın geçmişinin yaralarını sarmaya çalışıyor.

4 saatlik yolculuk ertesi, şehir merkezine yaklaşık 10 dakikalık bir mesafede 4-5 otobüsün park halinde bulunduğu bir yerdeyiz. Tuk Tuk’lar bizleri bekliyor. “One Dollar”la ilk tanışmamız da burada oluyor. Kamboçya’da bulunduğumuz sürece en çok duyacağımız cümle bu. Bu cümlenin beni bu kadar etkileyebileceğini hiç düşünmemiştim. İzlenimleri kelimelere dökerken bile, kulaklarımda bu cümle çınlıyor: One dollar, one dollar, One dollar… Kalacağımız yer konusunda internette yaptığımız ön araştırma hayat kurtarıyor zira yorgunluktan bayılmak üzereyiz. Hostel arayacak mecalimiz yok. Tuk Tuk şoförümüze “Golden Temple Villa” diyoruz, ertesi gün için de sözleşerek.

Düşük sezon olmasına rağmen odalar dolu. 3 günlük kalış için fanlı odamıza 24 dolar ödüyoruz. Odada mini bar, televizyon ve lavabo da mevcut. Sevimli mi sevimli… Hoş geldin minvalinden 30 dakikalık Khmer masajı da müesseseden. Hemen masaj faslına geçiyoruz. Masaj ertesi, Khmer sitilinde hazırlanmış deniz ürünlerinden oluşan yemeğimizi ısmarlıyoruz. Elbette, pirinç pilavı masanın gediklilerinden… Angkor birası da masanın medar-ı iftiharı…

Amacımız, Angkor Wat’ı gün doğarken fotoğraflamak. Sabah 5’te yola çıkıyoruz. Angkor Arkeolojik Sit Alanı’na; tek günlük giriş için 20, 3 günlük 40 ve haftalık kombine bilet içinse 60 dolar ödemeniz gerekiyor. Biz tek günlük giriş biletini tercih ediyoruz. Fazla zamanımız yok. Fotoğrafınızı çekip, giriş biletinizi veriyorlar. Aman biletinizi kaybetmeyin, zira birçok tapınağa girişte sizden bu bileti göstermeniz istenecek.

Angkor Wat’a 10 dakikalık bir yolculuk ertesi varıyoruz. Gördüğüm karşısında kelimeler kifayetsiz kalıyor. Ne söylesem laf-ı güzaf, yine de deneyelim… Angkor tapınakları aslında sembolik yapılar. Tapınakların çoğu kutsal Meru dağını simgeliyor. Meru dağı, Budist ve Hindu kozmolojisi, Meru dağını; fiziki, ruhani ve metafiziksel  evrenin merkezi addediyor. Güneş sistemi ve sistemin bütün gezegenlerinin –ki dünya da buna dâhil- bir bütün olarak bu dağın etrafında döndüğüne inanılıyor. Tapınakların etrafındaki su hendekleri Mera Dağının etrafındaki kozmik okyanusu, tapınaklarda yer alan 5 kule de kutsal dağın 5 zirvesini sembolize ediyor. Tapınağa giden ana taş yolun iki yanında dikdörtgen biçiminde iki yapı dikkat çekiyor. Bu yapılar kütüphaneler. Neredeyse bütün tapınaklarda bu yapılar mevcut. Kütüphaneleri geçer geçmez yolun sol kısmında nilüferlerle dolu bir yapay göl yer alıyor. Angkor Wat’ın göle yansımasıyla oluşan manzara tek kelimeyle büyüleyici. Ne yazık ki hava kapalıydı ve güneşin doğuşunu fotoğraflama şansımız olmadı.

Sabahın serinliğinden yararlanıp, kalabalığa da kalmadan Angkor Thom’a yöneliyoruz. Angkor Thom, Khmer şehirleri arasında en büyüğü… 9 kilometrelik bir alan üzerine inşa edilmiş. Merkezinde Bayon Tapınağı yer alıyor. 49 adet –kimi kaynaklara göre 54- ‘gülen yüzlü’ kuleden oluşan Bayon, Khmer sanatı ve estetiğinin doruk noktası. Günümüzde bu kulelerden 37si ayakta… Çoğu kulede güney, kuzey, doğu ve batı yönlerine bakan 4 adet gülen yüz yer alıyor.

Bayon sonrası, sırasıyla Bapuon, Elephant ve Leper King Terrace, Tep Pranam (devasa boyutlardaki oturan buda heykeli), Thammanon, Ta Keo, Banteay Kdei’ya uğruyoruz. Affınıza sığınarak, yer darlığından bu faslı es geçiyoruz.

Lara Craft: Tomb Raider’da, filmin adeta bir karakteri haline gelen Ta Prohm’a değinmeden olmaz. Devasa boyutlardaki ipek pamuğu ağaçlarının adeta sevişircesine tapınağı sarıp sarmalaması gerçekten görülmeye değer. Bu tapınakta, ağaçların büyümeleri kontrol altına alınmış durumda. Ertesi gün göreceğim “Bang Melea”nın ağaçlarla olan “korumasız” ilişkisini çok daha romantik bulduğumu da eklemeliyim.

Akşamüstüne doğru Angkor Wat’a geri dönüyoruz. Arka cepheden tapınağa giriş yapıyoruz. Tek kelimeyle ‘in cin top’ oynuyor bu noktada. Tapınağın merkezine yaklaştıkça kalabalık artıyor. Belki de gezimizin en hazin anlarını burada yaşıyoruz. Maalesef, fotoğraf makinemizin pili bitiyor. Cep telefonumuzun kamerasına sarılıyoruz. İlginç bir görüntü oluşturuyor olsak gerek. Tayvanlı kadınlar, fotoğraf makinemiz varken, neden cep telefonumuzla fotoğraf çektiğimizi soruyorlar. Açıklama ertesi, beraber fotoğraf çektirip çektiremeyeceğimizi soruyorlar. Egomuzu okşayan böyle bir teklife nasıl hayır diyebiliriz ki?!

Sabahın ilk ışıklarıyla beraber, Chong Kneas’a doğru yol alıyoruz. Amacımız nehir üzerindeki yaşama bir göz atmak. Kamboçya’nın gerçek yüzüyle burada karşılaşıyoruz. İnsanlar derme çatma evlerde, gerçekten çok ama çok zor şartlarda yaşıyorlar. Bu hüzünlü tabloyu, size kocaman gülümseyen dünya tatlısı çocuklar dağıtıyor. O kadar içten gülümsüyorlar ki… Tuk Tuk şoförümüz bizi Korelilerin işlettiği, küçük teknelerin yer aldığı bir limana bırakıyor. Nehirdeki turistik faaliyetler Korelilerden soruluyor. 1 saatlik tekne gezisi için 25 dolar istiyorlar. Buna anlam veremiyoruz. Kamboçya’da yaşayan insanlar için o kadar büyük bir para ki bu. Hesapta kazanılan paraların bir kısmı, alt yapı yatırımlarına ve bölge halkının ihtiyaçlarına gidiyor. Ne yalan söyleyeyim, bana külliyen yalanmış gibi geldi.

Can sıkıntımızı gizleyerek, Bang Malea’ya yöneliyoruz. Yaklaşık 1 buçuk saat süren bu yolculuk hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor. Aç olmamamıza rağmen, vicdanımıza yenik düşüp bir şeyler atıştırmak için duruyoruz. Restaurantlarla ilginç bir anlaşmaları var Tuk Tuk şoförlerinin; yemek yediğiniz takdirde onlara da ücretsiz olarak yemek sunuluyor. Vicdan da bu noktada devreye giriyor.

Bang Malea’ya giriş için 5 dolar ödüyoruz. Bizce Angkor tapınakları arasında en bakir ve romantik olanı. Ta Prohm’un kalabalığından eser yok. Bir başımızayız… Tapınağın etrafındaki mayınlar da yakın zamanda temizlenmiş. Hal böyle olunca istemeden de olsa, adımlarımızı patikada tutmaya çalışarak yürüdüğümüzü fark ediyoruz. Rengârenk kelebekler ahenkle dans ediyorlar etrafımızda. Taştan taşa sekip, tırmanıyoruz. Maceracı ruhumuzu okşuyor bu engebeli tapınak.

Gün bitmeden, Kompong Phuluk’u da görelim istiyoruz. Ne yazık ki bu arzumuz, nehrin sığ sularına takılıyor. Bambu gökdelenleri göremeyeceğiz. Eh, iklim değişikliğinden muson yağmurları da nasibini almış. Nehir suları çekilmiş. Tonle Sap gölünde kısa bir gezintiye çıkamayacak kadar da yorgun hissediyoruz kendimizi.

Dönüyoruz; Siem Reap’e, oradan da Bangkok’a. Son demlerimizi Khoa San Road’da yaşayıp, Kamboçya’ya ve güzel insanlarına son bir selam göndererek…

Angkor Tapınakları seçkisi:

Angkor Wat: Khmer sanatının başyapıtı. Bir dünya harikası. Angkor Wat, Kamboçya bayrağını da süslüyor.

Angkor Thom: İnşa edilmiş en büyük Khmer şehri. Tapınak cenneti…

Bakong: Khmer İmparatorluğu’nun, Meru Dağı’nı simgeleyen ilk tapınağı…

Bayon: Angkor Tapınakları arasında en etkileyicisi. Yüzlerce gülen yüz sizi karşılıyor, tıpkı ülkenin çocukları gibi.

Banteay Srei: Khmer sanatının mücevheri olarak anılıyor. Olağanüstü kabartmalarla bezeli ve kırmızı kum taşından yapılmış.

Ta Phrom: En popüler tapınaklardan biri. Devasa boyutlardaki ağaçlarla kurduğu “korumalı” ilişkisiyle dikkat çekiyor.

Preah Khan: Ta Prohm’a benzer bir atmosfere sahip, daha büyük ölçekte bir Budist üniversitesi ve şehri. 

Bang Malea: Bölgenin en romantik tapınağı. Harap durumda. Devasa boyutlardaki ağaçlarla kurduğu “korumasız” ilişkisi görülmeye değer.

Bu yazım Babylon Dergi’de yayımlanmıştır.

Written by barisvskaya

February 18, 2011 at 7:15 pm

Leave a comment